BOYNUMDAKİ ALIŞVERİŞ MERKEZİ

BOYNUMDAKİ ALIŞVERİŞ MERKEZİ

BOYNUMDAKİ ALIŞVERİŞ MERKEZİ

Boynumun üzerine, ileride başımı öne eğecek ve beni ağrıdan öldürecek kadar büyük bir alışveriş merkezi inşa ettiklerini fark ettiğimde henüz on iki yaşındaydım. İnsan on ikisinde neden böylesi bir kaçak

yapılaşmaya izin verir bilmiyorum ama benden onayı almışlar demek ki ve başlamışlar inşaata hemen. Televizyonda, içindeki masum insanlarla yakılan o oteli gördüğümde çıkılmaya başlandı ilk katlar. “Durun ben daha on iki yaşındayım!” demeye kalmadan bir bir çıktılar katları beyaz ve pürüzsüz boynumun üzerine. İş alçaklık olduğunda bu adamların bahanesi olmuyor işte, karanlıkta diziyorlar tuğlaları şarkıyla türküyle.

Her ay rutin bir şekilde bu biçimsiz alışveriş merkezini göstermek için doktoruma giderim. Etimden fırlayan ve göğe yükselen yapı uzun süredir benim parçam; o asla ayrılamayacağım diğer yarım, en karanlık görüntülerin üzerine kurulan hastalıklı ruh ikizim sanırım.

Yüzlerce odasındaki, binlerce insanın kasvetli sesi eşliğinde geçen onlarca yıldan sonra neredeyse yeri öpecek şekilde yürüdüğüm için, sokaktaki insanların bakışlarına alışkınım tabii ki. Ama yalnız olmadığımı da çok iyi biliyorum, sokağa her çıkışımda benim gibi onlarcasını görüyorum, dertli adamların kaçak katları her gün artıyor, boyunları üzerinde göğe doğru yükseliyor ve kalpleri sıkıntıdan çürümeye yüz tutuyor. Halbuki içine karanlık çökmüş adamların kalplerinin çürümüş olması gerekmez mi mantıken? Ama öyle olmuyor ne yazık ki, omuzlarında dünyayı taşıyanlar her ne hikmetse daha erken çürütüyor kalplerini; vaktinden önce göçen insanları, katliamları, hukuksuzlukları, güzel insanların gülümsemelerinin solduğunu her gördüklerinde bir kat daha çıkılıyor gökdelenlerine ve onlar boyunları eğilerek Toprak Ana’nın rahmine geri dönmeyi arzuluyor ellerinden geldiğince.

 

“Merhaba Adnan Bey,” dedi doktor, sırtımdaki kulenin bir yere çarpmaması için iki büklüm odaya girerken ben.

“Merhaba,” dedim inşaat sebebiyle felç olmuş kulaklarımın doktorun söylediklerini duyduğuna sevinerek.

“Oooo bu ne hal! Görüyorum ki iki kat daha çıkmışsınız alışveriş merkezinize.”

“O kadar belli oluyor mu gerçekten?”

“E oluyor tabii ki, size geçen sefer verdiğim reçeteyi uygulamadınız mı hiç?”

Boşluğa geveledim. İşçiler canla başla çalışırken, omuzlarıma b

 

inen yükün etkisiyle birazcık daha eğildim yere doğru.

“Siz dua edin Elif Hanım gibi değilsiniz. O her olayda üç – dört kat birden çıkıyor. İki üç aya kalmaz kafası toprağa gömülüverir artık.”

O sırada dedikodu seven doktorumun sırtında bir kat bile olmamasına mı yoksa Elif Hanım’ı bana kötülemesine mi yanayım bilemiyordum.

“Neyse bırakalım şimdi Elif Hanım’ı size dönelim. Kar topu oynuyor diye öldürülen gazeteciden sonra iki kat birden çıkmış ama sonra toparlamıştınız. Haber izlemiyordunuz, dışarı olabildiğince çıkmıyordunuz mesela. Açıkçası bana ilk geldiğinizde çok korkmuştum, bu adamın tek gecede boynu eğilir gider diye düşünmüştüm,” dedikten sonra neşeyle güldü. Benimse suratım inşaattan yayılan toz toprakla kaplı haldeydi.

“Eksik olmayın Hayri Bey,” dedim hilti sesleri kirpiklerimin titremesine neden olurken.

“Eeee nedir peki bu katların sebebi anla

tın?”

“Geçen sinemaya gittim.”

“Ama ne konuştuk sizinle Adnan Bey, sinema yok demedik mi? Kapalı ve kalabalık yerlerde sizin işçiler çok daha hızlı çalışıyorlar.”

“Evet ama sinemada telefon açılır, uzun  uzun konuşulur

mu Hayri Bey allah aşkına? Sinirlendim tabii ki. E arka sırada oturan hödük de koltuğumu sürekli tekmeleyince işçiler başladı harıl harıl çalışmaya.”

“Ve?”

Doktor, Sherlock sayılmazdı ama başka şeylerin de olduğunu çok iyi biliyordu, yoksa bu katlar niye çıksındı ki birden bire?

“Bir dizi tecavüz haberiyle karşılaştım ve okumadan geçmedim,” dedim zaten eğik olan başımı daha da eğerek.

“Eh ben size ne diyeyim Adnan Bey. Hak etmişsiniz siz de.”

Ben mi hak etmiştim gerçekten? İnsan huzurunu bozmak ne zamandır iyilikler hanesine yazılıyordu? Ne zamandır cehalet övülüyor ve gaddarlık meşrulaştırılıyordu? İnsanlık ne zaman ölmüştü de yerine yeni bir form hayat bulmuştu?

“Size çok kızgınım,” dedi doktor ve reçeteye bi şeyler karalamaya başladı. Bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu; inşaat bitirici ününün ayaklar altına alınacağı için endişeleniyordu anladığım kadarıyla.

Acilen yolculuğa çıkılacak. Doğanın en bakir yerlerine gidilip, orada uzun süreli kalınacak.

“Yolculuğa mı çıkacağım?” diye sordum

 

bir reçeteye, bir doktorun gözlerine bakarak.

“Yaşamak istiyorsanız evet Adnan Bey. Yolculuğa çıkacak ve şehrin kirini ardınızda bırakacaksınız.”

“E, peki,” dedim yerimden kalkarken. Reçeteyi aldım ve doktorun beni çocukmuşum gibi azarlayıcı bakışlarla süzmesine izin verdim. Belki de haklıydı; insanlara tahammülüm kesinlikle kalmamıştı.

Ertesi gün boynumda yükselen alışveriş merkezine çantalarımı asıp yola koyuldum. Şehirden ayrıldım, doktorun haklı olduğunu ormana girişimle işçiler seslerini kestiğinde anladım. Bin odalı gökdeleni boynunda taşıyan zavallı babamın beni vakit buldukça götürdüğü göle çok yakındım artık. Gölün ardındaki çiçek tarlasında onunla müzik yaptığımız günleri hatırladım. Başım öne eğik, ayakkabılarımı çıkarıp göle ayaklarımı soktuğumda boynumdan yükselen yapının bir katının tuzla buz olduğunu fark ettim, uzun zamandan sonra mutlu hissediyordum ta ki ormanın içinden bana doğru koşan şişman çocukları görene kadar. Veletler ben yokmuşum gibi suları üzerime sıçratarak geçip gitti. Boynumdaki işçiler molanın bittiğini haykırdığında kafamı göğe kaldırmaya zorladım. Babamla müzik yaptığımız ormanın yerine büyük bir alışveriş merkezi dikildiğini işte o zaman fark ettim. Gözlerimden yaşlar süzülürken, işçiler olmadığı kadar hızla kat üstüne kat çıkmaya başlamışlardı. Ağırlık suratımı göle doğru iterken, sudaki aksimle kısa süre yüz yüze geldim. Suratım bana ait değildi artık, işçiler ve alışveriş merkezinin müdavimlerinindi. Tepemdeki bina hızla yükselirken suratım suyun içine gömülüverdi ve o an, belki de suyun içinde en huzurlu nefesimi alıp verdim…alıp verdim….alıp verdim…

 

GÖKTUĞ CANBABA   Öykü Gazetesi Ağustos 2017