DOĞAN EGMONT
Çantamdaki Öyküler
Yazan:Göktuğ Canbaba
Fotoğraflar: Göktuğ Canbaba
Kapak Çizim: Biğkem Karavus
2019 Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm Hakları Saklıdır.
ISBN:978-605-096358-8
Sertifika No: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Uygulama: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
DOĞAN EGMONT
BEN, BABAM VE DİĞERLERİ
Yazan: Göktuğ Canbaba
Editör: Hülya Balcı
Yayın Hakları: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Bu eserin bütün haklar saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
Kapak Tasarımı: Feyza Filiz
Kapak Fotoğrafı: Göktuğ Canbaba
Çizer: | Biğkem Karavus |
Yayın Tarihi | 2018-06-06 |
ISBN | 6050953015 |
Baskı Sayısı | 1. Baskı |
Dil | TÜRKÇE |
Sayfa Sayısı | 172 |
Cilt Tipi | Karton Kapak |
Kağıt Cinsi | Kitap Kağıdı |
Boyut | 13.5 x 17.8 cm |
Arayış Ormanı 2 Solgun Ruhlar Kitabı
Yazan: Göktuğ Canbaba
Kapak Resmi: Eren Arık
2018 Doğan Egmont
ISBN: 978-605-09-5164-6
Yayına Hazırlayan: Ali Deniz
Kapak Uygulama: Onur Erbay
Grafik Uygulama: Havva Alp
Barış’ın Meslek Hikayeleri
Kepçe Operatörü
Yazan: Göktuğ Canbaba
Kapak ve İç Resimler: Biğkem Karavus
2018 Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
Tüm hakları saklıdır
ISBN:978-605-09-4977-3
Sertifika No: 11940
Yayına Hazırlayan: Ali Deniz
Grafik Tasarım: Onur Erbay
Barış, en iyi arkadaşının mahallelerine taşınacağını duyunca çok heyecanlanmıştı. Böylece onunla her zaman vakit geçirebilecekti. Ancak bunun için biraz beklemesi gerekiyordu çünkü arkadaşının taşınacağı ev henüz inşaat halindeydi. Aklına bu durumu fırsata çevirecek harika bir fi kir geldi. Babasıyla beraber işçilerden izin alıp inşaat alanındaki kepçeyi yakından görebilirdi. Sen de Barış ile birlikte kepçe operatörlüğünün inceliklerini öğrenmeye ne dersin? Haydi, kocaman sarı kepçe inşaat alanında seni bekliyor… Genç kuşağın dikkat çeken kalemleri arasına ismini yazdıran Göktuğ Canbaba, bu kez “meslek hikâyeleri” ile çocukların dünyasına yeni bir kapı aralıyor.
Barış’ın Meslek Hikayeleri
Doğuştan Pilot
Yazan: Göktuğ Canbaba
Kapak ve İç Resimler: Biğkem Karavus
2018 Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır
Yayına Hazırlayan: Ali Deniz
Grafik Tasarım: Onur Erbay
Barış’ın Meslek Hikayeleri
Kaşif Arkeolog
Yazan: Göktuğ Canbaba
Kapak ve İç Resimler: Biğkem Karavus
2018 Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır
Yayına Hazırlayan: Ali Deniz
Grafik Tasarım: Onur Erbay
Barış, yaz tatilinin sonlarına doğru çalan telefonla büyük bir heyecana kapılmıştı. Arkeolog olan teyzesi, onu çalıştığı kazı alanına davet ediyordu. Barış böylece arkeologları yakından izleyebilecek, hatta birlikte çalışma fırsatı yakalayacaktı. Teyzesinin yanında geçirdiği kısa süre içinde arkeolog olmaya karar verdi. Üstelik büyük bir keşifl e mesleğe hızlı bir giriş yapmıştı. Sen de Barış ile birlikte kazı alanını gezmeye ve arkeolojinin inceliklerini öğrenmeye ne dersin? Haydi, arkeologlar kazı alanında seni bekliyor… Genç kuşağın dikkat çeken kalemleri arasına ismini yazdıran Göktuğ Canbaba, bu kez “meslek hikâyeleri” ile çocukların dünyasına yeni bir kapı aralıyor.
Barış’ın Meslek Hikayeleri
Küçük Şef
Yazan: Göktuğ Canbaba
Kapak ve İç Resimler: Biğkem Karavus
2018 Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır
Yayına Hazırlayan: Ali Deniz
Grafik Tasarım: Onur Erbay
Barış, annesine doğum günü sürprizi yapmak için harika bir plan hazırlamıştı. Bir gün boyunca, mahallenin en güzel restoranının şefi Kerem amcaya mutfakta yardım edecek, gün sonunda ise birlikte harika bir portakallı çikolatalı pasta yapacaklardı. Böylece hem annesini sevindirecek hem de aşçılık ile ilgili bilmek istediği her şeyi öğrenecekti. Sen de Barış ile birlikte mutfağa girip bu mesleğin inceliklerini öğrenmeye ne dersin? Haydi, Kerem Şef, restoranın kapısında seni bekliyor… Genç kuşağın dikkat çeken kalemleri arasına ismini yazdıran Göktuğ Canbaba, bu kez “meslek hikâyeleri” ile çocukların dünyasına yeni bir kapı aralıyor.
Resimleyen: Hakan Arslan
Doğan Egmont
Perili Ev
Yazan: Göktuğ Canbaba
Hikaye ve Proje Tasarımı: İpek Sorak
Kapak ve İç Çizimler: Hakan Arslan
2018 © Doğan Ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
ISBN: 978-605-09-4879-0
Sertifika No:11940
Yayına Hazılayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Onur Erbay
Grafik Uygulama: Havva Alp
Resimleyen: Hakan Arslan
Doğan Egmont
GÖKTUĞ CANBABA
Tılsım-ı Kudret
Göktuğ Canbaba
İthaki Yayınları – 1284
Türkçe Edebiyat Dizisi – 11
Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin
Editör: Yankı Enki
Kapak İllüstrasyonu ve Tasarımı: Hamdi Akçay
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: B. Elif Balkın
İthaki Yayınları’nda 1. Baskı, Aralık 2017, İstanbul
ISBN: 978-605-375-740-5
Sertifika No: 11407
© Göktuğ Canbaba, 2017
© İthaki,2017
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
GÖKTUĞ CANBABA
“Bir bardak daha lütfen,” dedi Mösyö Frederic. Nam-ı diğer Fransız.
“Bu akşam biraz fazla içmediniz mi efendim?”
İri yarı barmen kendinden beklenmeyecek bir kibarlıkla konuşuyordu Fransız’la. Gece boyunca üzerine sinen sigara dumanı ve türlü alkolün kokusu beyninde dolanırken bakışları Mösyö Frederic’in şişmiş, yer yer morarmış ve o anda çok uzaklarda olan gözlerindeydi.
“Hadi ama son bir içki daha. Bir skoç daha ver. Bu elimden kaçırdığım kayıp İskoçyalı’nın hazinesi için olsun,” dedi adam ve elinde tuttuğu boş viski bardağını havaya kaldırdı. Edinburgh’da yaşlı bir adamdan öğrendiği, eskiden yasaklanmış olan bir şarkıyı mırıldanmaya başladı.
“Tamam Fransız, son bir içki daha dolduracağım ama artık şu İskoçyalı muhabbetini kapatman mümkün mü? Yani şu haline baksana…”
Sabahın ilk ışıkları barın pencerelerinden içeri sızmaya başladığında Fransız içkisini fondiplemiş ve barmene akşam görüşürüz der gibi bir bakış atarak barı terk etmişti.
Mösyö Frederic 1940’larda namı tüm dünyaya yayılmış ünlü hazine avcısı ve arkeolog Ed Krelunberg’in torunuydu. Bu bile aslında kendi camiasında sözünün geçmesine yeter de artardı ama Fransız sadece boş sözler sarf eden veya gösteriş peşinde koşan biri olmamıştı hiç. Yaşlı Ed ortadan kaybolduğunda söylentiler eğer sadece dedikodudan ibaret değilse; yaşlı adamın Beş Mühürlü Kristal Tapınağı’nı ararken öldüğüne işaret ediyordu. Hayli ilginç bir hikâyeye sahip olan bu tapınağın efsanevi Atlantis’ten kaldığı rivayet edilirdi.
Ed’in oğlu yani Fransız’ın babası da kendi babasının izinden gitmiş ve Eski Türk imparatorlarından birinin kayıp odalı mezarlarını bulduğunda hem büyük bir servete hem de haklı bir üne kavuşmuş, ona olan vazifesini fazlasıyla yerine getirmişti. O zamanlarda yani servetini bitirmeye çalışırken Melis adlı bir Türk’le tanışmış ve hemen evlenmişti. İşte Fransız da bu vesileyle dünyaya gelmişti.
Fransız otuzlu yaşlarının başındaydı ama henüz ne tarihe geçebilecek bir keşif yapabilmiş ne de ailesi kadar büyük bir servete konabilmişti. Adam yıllardır bir İskoç hazinesinin peşinden koşmuş, Edinburgh’un küf kokulu zindanlarında dolanmış, Ness’in lanetli hikâyelerine tanık olmuş, hatta İskoçya sınırını aşıp hazinenin peşinde dünyayı dolaşmış ama sonunda aradığı izi kaybetmişti. Bu arayış hem ailesinden kalan servetin oldukça azalmasına hem de itibarının ayaklar altına alınmasına sebep olmuştu. Antikacı görünümündeki hazine iz sürücüleri bile onunla iş yapmaya çekiniyordu artık.
Fransız, hazine avcıları camiasında tanınan biriydi kuşkusuz ama bu ünün günden güne azalmakta olduğunun ve hükümetlerden gizli bir yapıya sahip olan A.B.T. (Antik Bilgi Toplayıcıları) topluluğunda da istenmeyen adam konumuna yaklaştığının farkındaydı. A.B.T.; yetenekli ve yararlı hazine avcılarına ki hiçbirisi kendine hazine avcısı demez; bilgi toplayıcıları, iz sürücüler ya da daha çok arkeolog derlerdi, yardım etmesiyle meşhur bir topluluktu. Tabii ki bu yardımları hayrına da yapmıyorlardı. Hazine avcıları ya da arkeologlar buldukları eski ve değerli metinleri, bilgileri, önemli eserleri topluluğa teslim ediyor karşılığında da kurumdan hayli yüklü ödemeler alıyorlardı. A.B.T. kuşkusuz ki yasadışı bir topluluktu ve gizliliğini tehlikeye atacak herhangi bir olay, kişinin başına hayal bile edemeyeceği sorunlar açabilirdi. A.B.T.’nin ne zaman ve ne için kurulduğunu önemli yöneticilerden başka kimse bilmiyordu. Ama kabul gören gerçek, bu teşkilatın İsa’nın doğumundan bile önce var olduğu ve amacının dünyanın eski ve çok önemli gizli bilgilerine ulaşmak için binyıllardır bilgi topladığıydı. Her araştırma, her arayış, üyelerinin bulduğu her metin topluluğu daha da güçlendiriyor ve nihai amaçlarına bir adım daha yaklaştırıyordu; dünyanın kalbinin bilgisine. Arayıcılar A.B.T. topluluğunun gizli kalması üzerine yeminler ederek ve günlerce devam eden bir tören eşliğinde topluluğa katılırlardı. Şüphesiz ki bu topluluk gizemli ve kimsenin hayal bile edemeyeceği güce sahip kişilerden oluşuyordu. Üst düzey bürokratlar, önemli yazarlar hatta bazı devlet başkanları bile zamanında A.B.T. çatısı altında toplanmıştı. Topluluğun ayrıca çeşitli birlikler ve gizemli localarla da ilişkisinin olduğunu inkâr etmek büyük bir yalan olurdu. Topluluğun varlığını tehlikeye düşürecek herhangi bir adım, üyenin ölümüyle sonuçlanırdı; bunu geçen yıllarda birkaç defa görmüşlerdi.
Fransız’ın dedesi Ed, gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğunda kurumun ileri gelen yöneticilerinden biriydi. Babası ise üst düzey toplayıcı olarak görev yapmayı sürdürüyordu. Fakat Fransız yetkili olmak bir yana neredeyse topluluktan atılma noktasına gelmişti. Topluluğa üye olduğundan beri sadece birkaç değersiz parşömen ve birkaç eski Yunan şairine ait dörtlükler dışında hiçbir katkı sağlayamamıştı. Belki de o zamana kadarki en önemli keşfi I. İbrahim’e ait olan delilik sikkesini bulmasıydı. Kayıp İskoçyalı’nın hazinesi ona ün ve itibar kazandıracaktı ama artık o şansı da kaybetmişti.
Fransız ara sokaklardan birinde son sigarasını içerek ilerlerken telefonu çalmaya başladı. Hayli sarhoş olan adam, telefonunun çaldığını epey geç fark etti. Pardösüsünün cebinde oynaşan şeyin ne olduğunu anlaması biraz vaktini almıştı.
“Ben muhteşem hazine arayıcısı Mösyö Frederic; nam-ı diğer Fransız. Eğer siz de paranızı ve itibarınızı kaybetmek istiyorsanız doğru kişiyi aradınız,” dedi ve telefonu kapattı. Karşıda kimin olduğuyla ilgilenmeyecek kadar sarhoş ve umutsuzdu. Sigarasından derin bir nefes çekti ve yeni yeni aydınlanmaya çalışan şehrin kalbinde ilerleyişine devam etti. Fakat telefonun ardındaki kişi ısrarla aramayı sürdürüyordu.
“Ne var!” dedi bu sefer sertçe.
“Kendine acımayı bıraktığın an seni tekrar arayacağım. Elimde ilgileneceğin şeyler var,” dedi karşıdaki ses ve he-men sonra telefonu kapattı. Arayan eski bir antika dükkânı sahibiydi. Normal insanlar Yusuf ’un antika dükkânına gelir ve şanslılarsa birkaç Osmanlı kandili ya da eski bir mermi gibi tuhaf şeylere epey para verdikten sonra çıkıp giderlerdi. Kimsenin ciddiye almadığı ve hatta gençlerin dükkânın önünden geçerken, bu adam da yıllardır burada nasıl para kazanıyor hayret, gibi yorumlarına maruz kalan Yusuf, nam-ı diğer Tilki, aslında önemli bir iz sürücüydü. Değerli şeylerin kokusunu çok uzaktan alır, takip eder, onlara bir şekilde sahip olur ve hazine avcılarına daha büyük paralara satardı. A.B.T. tarafından birçok kez ödüllendirilmiş bu kişi oldukça genç ama bir o kadar da yetenekliydi.
Tilki ve Fransız’ın dostluğu birkaç sene öncesine dayanıyordu. Bir bar kavgasını sonlandırmaya çalışırken tartışmaya başlamışlar, daha sonra kimliklerini fark edince bu tatsız karşılaşma dostluğa dönüşmüştü. Tilki, Fransız’ın babasına ve dedesine hayranlık duyan bir antikacıydı. Çocukluğunda onların hikâyeleriyle büyümüş ve A.B.T.’ye hiçbir şekilde girme şansı olmadığını fark edince antikacılığa merak salmıştı.
“Telefonu yine suratıma kapattı puşt!” diye bağırdı Fransız. Aslında hayli sakin ve huzurlu bir mizaca sahip olan Fransız son günlerde bir kurtadam gibi değişim halindeydi. Dolunayda köpek dişleri uzamıyor ya da pençeleri çıkmıyordu ama içindeki başarısızlık ve öfke ruhunu karanlık bir forma sokmaya çalışıyordu sanki. Cihangir’deki evine varmasıyla kendini yatağına atması bir oldu. Düzensiz soluk alıp verişleri rahatsız bir uykunun habercisiydi.
Uyandığında korkunç bir baş ağrısı ve mide sancısı onu karşılamıştı.
“Tam hatırlamıyorum ama beni aramış olabilir misin? Bir sorun falan yok değil mi?” dedi alkolden ve sigaradan başkalaşım geçirmiş ses tonuyla.
“Dükkâna gel. Çabuk ol ve mümkünse içmemiş ol!”
“Tamam, tamam sakinleş. Derin bir nefes al, her şey yolunda,” dedi kendi kendine sırıtarak.
Pandanın Hayali
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:9786050947151
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Kelebek Ormanı
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:9786050947175
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Aslanın Kararı
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:9786050947144
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Kunduzların Hırsı
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:9786050947168
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Resimleyen : Biğkem Karavus
Medya Cinsi : Ciltsiz
Sayfa Sayısı : 48
Ebat : 25 x 25
İlk Baskı Yılı : 2017
Ebat : 1. Basım
Utangaç Papağan Huli
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:9786050940787
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Havalı Maymun
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:6050940763
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Genç kuşağın başarılı kalemlerinden Göktuğ Canbaba’dan cesaret, empati, liderlik ve nazik olmaya dair sıcacık bir öykü…
Ormanın derinliklerinde ismi Havalı olan bir maymun yaşıyordu. En yüksek ağaçlara tırmanıyor, en ağır yükleri kolaylıkla taşıyordu. Arkadaşları onu seviyordu sevmesine ama her işin sonunda hava atmasından hiç hoşlanmıyorlardı. Günün birinde ona bir ders vermeye karar verdiler.
Bakalım Havalı Maymun için hazırladıkları plan işe yarayacak mıydı?
Şarkı Söyleyen Ihlamur
Yazan: Göktuğ canbaba
Kapak resmi ve iç çizimler: Biğkem Karavus
@2017, Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Tüm hakları saklıdır.
1.Baskı: İstanbul 2017
ISBAN:6050940794
Sertifika no: 11940
Yayına Hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Tombul tavşan, bir gün ormanda gezinirken, meşe ağaçlarının arasında minik bir filiz gördü. Yaprakları diğer ağaçlarınkinden değişik görünüyordu. Zaman geçtikçe anladılar ki büyümekte olan bir ıhlamur ağacıydı.
Farklılıklarıyla aralarına katılacaktı.
Peki ya meşeler, şarkı söyleyen neşe dolu ıhlamuru kabul edebilecek miydi?
Yazan: Göktuğ Canbaba
2015 (c) Doğan ve Egmont Yayıncılık ve YapımcılıkTic. A.Ş
1.Baskı /iSTANBUL 2016
ISBN: 978-605-09-3381-9
Sertifika No: 11940
Kapak ve iç çizimler: Biğkem Karavus
Yayına hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Kapak Tasarımı: Onur Erbay
İthaki Yayınları – 1084
Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin
Yayına Hazırlayan: Yankı Enki
Düzelti: Ali Bulunmaz
Kapak Tasarımı: Biğkem Karavus
Kapak Uygulama: Şükrü Karakoç
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Özge Boz
Baskı, Mart 2016 , İstanbul
ISBN: 978-605-375-534-0
Sertifika No: 11407
(c) Göktuğ Canbaba, 2016
(c) İthaki, 2016
Yayıncının izni olmaksızın alıntı yapılmaz
Hastaydım, aslında hastaydım demek biraz hafif kalır, ölümün omuzlarıma çöktüğü boktan bir komadaydım ve neler olup bittiğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu!
Bir haftadır yaşlı şifacı kadının beni iyileştirmek için söylediği korkunç ilahiyi dinlemekle cezalandırılmıştım sanki. Yanakları neredeyse omuzlarına sarkan, bıyıkları bir erkeğinkinden daha gür, mavi gözlerinde anlam veremediğim bir gizem taşıyan yaşlı şifacı kadın, yanına yaklaşılmayacak kadar kötü kokuyordu ve dişsiz ağzının içi Nepal’in batı tarafına oyulmuş Chitwan mağaraları kadar derin ve karanlıktı. Çoğu gece ilahiler dökülen ağzının içinde kaybolan küçük insanların olduğunu düşünmeden edemiyordum. Kulak verenler sessiz gecelerde kadının üzerinden gelen silik haykırışları duyabilirdi. Küçük dağcılar karanlık ve öldüresiye kötü kokan mağaranın içinde bir yerlerde gün ışığını yakalamak için hayatlarıyla oynuyorlardı ve belki de bunu benden başka bilen kimse yoktu!
Baş belası Ferit eğlence düşkünü, sorumsuz, fazla içen ve her yerde bela çıkaran biriydi; onunla seyahate çıkmak patlamaya hazır bir el bombasını donunuzun içine sokup kalabalık bir kulüpte dans etmeye benzerdi! Fakat orada, Burma sınırlarındaki bir köyde sıkışmamızın sebebi bu sefer Ferit değildi; kesinlikle bendim!
Köye gelişimizin ertesi günü kutsal sayılan bataklığının içinde köylülere çaktırmadan pervasızca gezinirken bir anda Ferit’in kollarına düşüvermiştim. Bunu nasıl anlatabilirim bilemiyorum ama bedenimden hızla çıkıp gökyüzünde salınmaya başlamıştım aniden. Bir tüy kadar hafiflemiş beynimin içinde olanlara mantıklı açıklamalar getirmeye çalışıyordum. Rüzgârın her esişinde ya da rengarenk kuşların içimden her geçişlerinde yok olmamak ya da oraya buraya savrulmamak için yoğun çaba harcıyordum ve kendimi kontrol altında tutmayı tam iki günde öğrenebilmiştim.
Köye ilk gelişimizi hatırlıyorum da, öyle bir ilgiyle karşılaşmıştık ki M.J ölmeseydi ve hayranlarına sürpriz yapıp Times meydanına çıkarak bağıra bağıra şarkı söylemeye başlasaydı bile bize karşı gösterilen ilginin yanına yaklaşamazdı buna emin olun!
Gece olduğunda hasır bir sedyeyle köyün ortasına getiriliyor, neredeyse ateşin içine düşecekmiş gibi ona yakın yatırılıyordum ve daha sonra ayine başlanıyordu. Hatta birkaç gün önce ateşe o kadar yakın yatırılmıştım ki eğer bir gün uyanabilirsem yanan saçlarım için epey olay çıkaracağıma kuşkum yoktu. Olay çıkarmak aslında Ferit’in tarzıydı ama bu durumda ben de biraz Feritleşebilirdim!
Deliler gibi dans eden şifacının koca memeleri bir o yana bir bu yana savrulurken küçük dağcılar çığlık atıyor, köy halkı birbirleriyle gayet uyumlu sağa sola sallanıyor ve piç kurusu Ferit hiçbir şey yapmadan sürekli getirilen birayı içiyordu. Benimse oradan oraya sürüklenmek ve Nepali adamların arasında uçuşmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Her gece yeni bir umutla iyileşeceğim anı bekliyor ama sürekli avucumu yalıyordum!
Köy insanlarının getirdiği sert Nepal birası, karanlık gecenin içinde savrulan ilahiler eşliğinde Ferit’in boğazından iniyor ve ruhunun derinliklerine ulaşıyordu, bunu görebiliyordum. Sorumsuz, sadece kendini düşünen Ferit’in bedenimi orada bırakıp ayrılmamasının tek sebebinin bedava Nepal birası olduğunu düşünmek beni çok ama çok korkutuyordu. Ferit Nepal birasının olduğu kâseyi alıyor ve içine kimseye çaktırmadan kuork otu atıyor, böylece hem daha çok kafa oluyor hem de kötü ev birasının tadını kendince güzelleştiriyordu. Bunu köy halkına göstermeden yapıyordu çünkü getirilen içkiyi beğenmeyip onu değiştirmeye çalışmak büyük kabalık sayılıyordu.
Uyanmadığım 8. gün aynı şeyler tekrarlanırken köy insanlarının her geçen gün Ferit’e biraz daha farklı baktıklarını fark ettim. Sanki ondan çekiniyor, birayı ona uzatırken korkuyorlardı. Yaşlı şifacı bile adama korkarak bakar olmuştu ama nedense bunu Ferit bir türlü fark edemiyordu.
Yaşlı şifacı çıplak bedenime çamur sürüyor, orama burama boncuklar takıyor ve deli gibi ilahiler haykırıyor ama Ferit kendi kendine Sweet Home Alabama şarkısını mırıldanmaktan başka bir şey yapmıyordu. İğrenç Fransız aksanıyla mırıldanıyor ve duyabilen her kulağa acı veriyordu. Fransa’da doğup büyümesi onun sorunu değildi ama şarkı söyleyemiyorsa söylememeliydi. Bedenime tekrar kavuşabilirsem Ferit’i saatlerce yumruklayacağıma emindim, onu dövecek ve bataklığın içine gömecektim!
Gece çöktüğünde Ferit kafayı çoktan bulmuş, yanında oturan insanlar ondan uzaklaşmış ve şifacı kadının korku dolu bakışları Ferit’in üzerinde dolanmaya başlamıştı. Havada süzülürken bir şeylerin ters gittiğini fark ediyordum. Sonumuzun, ismini daha önce hiç duymadığımız bu kasabada geleceğine emindim artık.
Yaşlı şifacı kadın uzun süren sessizliğini bozup sonunda konuştu.
“Kimsin sen yabancı?”
Ferit elinde tuttuğu kâseye baktı. Bira dolu kâsede kendi suratına gülümseyerek baktığını görebiliyordum. Her şeye rağmen nasıl da içten gülümsüyordu piç kurusu!
“Ben Ayyaş Buda’yım,” dedi birden ve gülmeye başladı. Havada rahatsızca süzülürken köy insanlarının ve yaşlı kaçık büyücü kadının Ferit’in üzerine atlayacağını ve onu parçalara ayıracağını düşünürken bir anda hepsi yerlerinden kalktı ve korka korka geri çekilmeye, Ferit’ten uzaklaşmaya başladılar. Adamın kafası o kadar iyiydi ki, olanların farkına bile varmamıştı ve gülmeye devam ediyordu.
“Sen… sen… gerçekten…” dedi kadın kekeleyerek.
“Buda bizi cezalandıracak,” diye haykırdı kalabalıktan biri. “Yeniden dünyaya gelmiş,” dedi bir diğeri. Çamurla ve renkli boncuklarla kaplı olan bedenim korkak köylülerin ve aptal Ferit’in arasında anlamsızca uzanıyordu o sıra!
“Ferit birayla dolu kâseyi bir dikişte bitirdi ve yenisini almak istemiş gibi onu havaya kaldırdı. Ayyaş bir Buda’dan çok kendinden geçmiş zavallı bir kral gibiydi ve kölelerinin ona taze bira getirmesini bekliyordu. Köylülerden biri korkarak yanına geldi ve kâseyi alıp kayıplara karıştı. Yaşlı şifacı yavaşça bizimkinin yanına yaklaştı.
“Sen gerçekten yüce Buda mısın?” diye sordu sesi heyecandan ve korkudan titreyerek. Ferit, kadının mavi okyanusları andıran gözlerinde kayboldu bir süre. Sarhoş olmuştu ve uyumak üzereydi.
“Bunu daha yeni mi anladın?” diye sordu kadına. Kadın korkudan titredi, elindeki tüylü sopayı bırakıverdi ve Ferit’in ayaklarına kapandı. Ona hayatlarını bağışlaması için yalvarıyor, yaptıklarının bir daha tekrarlanmayacağını haykırıyordu. Ferit gerçekleşen saçma olaylar yüzünden biraz olsun ayılabildi ve bu kesinlikle hoşuna gitmemişti.
“Sen neden bahsediyorsun be kadın?” diye bağırdı ayaklarını okşayan kadına. O sırada birası geldi ve siniri hatırı sayılır derecede azaldı. Dolu kâseyi ağzına dayadı ve kana kana içmeye başladı.
“Bir daha insan yemek yok,” dedi kadın. Ferit bunu duyar duymaz ağzındaki birayı dışarı püskürttü ve korkuyla ağaya kalktı. Ben ise bir elma kadar ağırdım artık. Yavaş yavaş alçaldım ve yere konuverdim. Deli köylülerin arasında özel bir günde yenmek için ayrılmış, uzuvlarıma takılmış rengarenk boncuklarla dolu bedenime bakıyordum. Şekerle kaplı bir yılbaşı ağacı gibiydim, noel babanın midesine oturacak az pişmiş bir hindiydim!
“İnsan yemek mi?” diye mırıldandı kendi kendine ayakta durmakta zorlanırken. Sonra bir anda gözleri parladı. Bu bakışı iyi biliyordum. Geri zekalılığın bakışıydı bu.
“Elinizde varsa ben de tadına bakabilir miyim?” diye sordu sonra aptalca. Ferit hep yeniliklere açık biri olmuştu ama durum söz konusu olduğunda mantıklı kararlar alabilen biri olduğunu söylemek pek de mümkün değildi.
Bu soru beni çileden çıkardığı kadar köylüleri ve şifacı kadını da şaşırtmıştı. Ben o sıra zikzaklar çizen Ferit’e yumruk atıyor, ağzıma gelen küfürleri haykırıyordum. Ama ne ona zarar verebiliyordum ne de sesim herhangi biri tarafından duyuluyordu. Dünyadaki en çaresiz ve şanssız insan olduğumu düşündüm ve o an ağırlığım iri bir karpuz kadar olmuştu!
“Efendi Buda bizimle alay ediyor,” dedi şifacı ağlayarak. Neyse ki birilerinin aklı yerindeydi yoksa tütsülerle ve çamurla servise gönderilecektim. Penisime takılan morlu yeşilli boncuklarla midelerde gezinecektim. Ağızlara layık bir Nepal yemeği; hafif ateşte közlenmiş gerzek turist!
Ferit tam kadına karşı çıkacak ve insan etinin tadını gerçekten merak ettiğini söyleyecekken kadın tekrar konuşmaya başladı ve o konuşurken köylüler Ferit’in önünde yerlere kadar eğilmişlerdi. Bu sahne kesinlikle hayatımda gördüğüm en saçma anlardan biriydi. İşe yaramaz, alkolik ve kendini bilmez Ferit bir anda tanrı oluvermişti!
“Sizi her gün zehirlemeye çalıştık ama bir gün bile etkilenmediniz efendi Buda. Bu zehir çok güçlüdür. Dostunuz ilk gün içtiği bira sayesinde derin bir uykuya daldı. Biz de onu… o… uykudayken… taze taze yiyebilecektik.”
Ağırlığım metrelerce uzanan bir tır, bulutlara uzanan bir gökdelen gibiydi!
“Siz etkilenmediniz. Bunu ancak yüce bir ruh yapabilir ve siz bize Ayyaş Buda olduğunuzu söylediniz. Siz efendi Buda, bizi affedebilecek misiniz? Yaptıklarımız için bizi cezalandırın ama yeter ki bizi affedin efendim.”
Buda rolüne kendini kaptırmış Ferit olanlara anlam vermeye çalışmadan karakterine bürünmeyi seçti. Yerde ona secdeye varan kalabalığın arasında bir süre sessizce dolandı ve sonra yaşlı, pis kokan şifacının başına elini koydu.
“Öncelikle bana biraz daha bira getirin, ben de cezanızı düşünmeye başlayım evlatlarım, benim zavallı insancıklarım.” Ferit’in üzerine atlıyor ama onu tutamıyordum. Suratına, taşaklarına yumruklarımı sallıyor ama havanın içinde yok oluyordum.
“Unutmadan, dostumu iyileştirmeyecek misin?” diye sordu sonunda.
Yaşlı kaçık şifacı hemen ayağa fırladı ve Ferit’in kirli ayaklarını öpmeye başladı. O sırada bira geldi ve adam her zamanki gibi kalabalığa arkasını dönüp kuork otunu biranın içine boşalttı. İşte tam o anda beynimden vurulmuşa döndüm. Hafızam beynime tokatlar atıyordu. Kuork otu güçlü bir zehir çözücüydü ve aynı zamanda iyi bir tatlandırıcıydı. Bu otu veren dostumuz Pachupati otun yararları hakkında adeta bir konferans vermişti bize birkaç hafta önce.
Neyse ki Ferit’in otu kullandığını kimse görmedi ve piç kurusu sağa sola sallanırken birasını içmeye devam etti. Yaşlı kadın pis elini ağzıma soktu ve dilimi dışarıya çıkarttı. Her ne kadar bedenimde olmasam da kusma hissi vücuduma doldu ve ağırlığımı iki katına çıkarttı. Dilime bir şeyler sürmeye başladı. Her şey kararmadan önce Ferit’in bir köylüye ayaklarını yıkaması için bağırdığını duymuştum.
Kendime geldim ve zor da olsa ayağa kalktım, artık ağırlığım koca bir dünya kadardı. Önümde eğilen insanların arasından yalpalayarak Ferit’e yaklaştım. Rengarenk vücudum adeta ışık saçıyordu. Beyaz kıçıma çizilen resimler insanların sanattan soğumasına yol açabilirdi. Ferit kollarını açıp beni kucaklamak için yaklaşırken kalan son gücümle ona öyle bir yumruk attım ki ikimiz de farklı yönlere savruluverdik.
Ferit Ayyaş Buda’ysa eğer, ben de onu yumruklayan adamdım! Ben, Buda’nın dişlerini döken ışıltılı servis tabağıydım!
Yazan: Göktuğ Canbaba
Çizen: Eren Arık
2015 (c) Doğan ve Egmont Yayıncılık ve YapımcılıkTic. A.Ş
2.Baskı /iSTANBUL 2016
ISBN: 978-605-09-3055-9
Sertifika No: 11940
Yayına Hazırlayanlar: Sinem Çelebioğlu, Ahu Ayan
Kapak Tasarımı: Onur Erbay
Grafik Uygulama: Havva Alp
Resimleyen: Sedat Girgin
Yazan: Göktuğ Canbaba
2015 (c) Doğan ve Egmont Yayıncılık ve YapımcılıkTic. A.Ş
2.Baskı /iSTANBUL 2016
ISBN: 978-605-09-2739-9
Sertifika No: 11940
Kapak ve iç çizimler: Sedat Girgin
Yayına hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Kapak Tasarımı: Serkan Yolcu
Resimleyen: Sedat Girgin
Yazan: Göktuğ Canbaba
2015 (c) Doğan ve Egmont Yayıncılık ve YapımcılıkTic. A.Ş
3.Baskı /iSTANBUL 2015
ISBN: 978-605-09-2217-2
Sertifika No: 11940
Kapak ve iç çizimler: Zafer Okur
Yayına hazırlayan: Sinem Çelebioğlu
Grafik Uygulama: Havva Alp
Kapak Tasarımı: Cenk Yönder
İç Tasarım: Erbil Kargı
MARJİNAL KİTAP 17
ISBN: 978-605-5334-20-8
(C)MARJİNAL KİTAP 2013
(C) GÖKTUĞ CANBABA
1.BASKI MART
DİZİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ: ALTAY ÖKTEM
DÜZELTİ: EZGİ ERGENEL
KAPAK TASARIMI: SEVİNÇ AYDIN
İLLUSTRASYON: MEHMET ÇAĞRI LİVAOĞLU
GRAFİK UYGULAMA: MEHMET BÜYÜKTURNA
ANKİRA YAYINLARI
(C) TÜM YAYIN HAKLARI GÖKTUĞ CANBABA’YA AİTTİR. HER HAKKI SAKLIDIR.
BASKI1: HAZİRAN 2007
YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA
EDİTÖR: DOĞANAY YOLA & BOĞAÇ ERKAN
REDAKSİYON: CAN İBANOĞLU & UMUT CEPKEN
ISBN: 978-975-8387-56-7